11 Haziran 2012 Pazartesi

Bir süre sonra....




Bir sure sonra,

bir eli tutmakla bir ruhu zincirlemek arasindaki
ince farki ogrenirsin,

Ve askin yaslanmak,
birlikte olmanin da guvende olmak
anlamina gelmedigini ogrenirsin,

Ve opucuklerin sozlesme
ve hediyelerin de vaat olmadigini ogrenmeye
baslarsin,

Ve yenilgileri
basin dik ve gozlerin acik karsilamaya baslarsin,
bir cocugun uzuntusu ile degil, bir yetiskinin
zerafeti ile,

Ve herseyi bugunu dusunerek yapmayi da ogrenirsin
cunku yarin ile ilgili hersey belirsizdir.

Bir sure sonra gunes isiginin yakici oldugunu
ogrenirsin
eger fazla maruz kalirsan

Bu yuzden,
baska birisinin sana cicek getirmesini beklemeden
kendi bahceni yarat
ve kendi ruhunu kendin susle.

Ve goreceksin ki dayaniklisin...
Ve kuvvetlisin,
Ve degerlisin.

Veronica A. Shoffstall

Anlat onlara...



Aşık olamamayı anlat aşık olmuşa, anlatki yaşadığının adını koyabilsin.. 

Ölmeyi anlat yaşamayı bilmeyene.... 
Gönül gözüyle görmeyi anlat gördüğünü zannedenlere.. 
Yada kör olmayı anlat herşeyi görüpte acı çekenlere; 
Kalbi pas tutmuşa sevmeyi anlat... 
Ağlamayı onur sayana gözyaşındaki asaleti anlat... 
Hürriyeti anlat hapistekine.... 
Kuşları bile avlayana vicdanı anlat.... 
Hayatın güzel renklerini anlat siyahı anlam bilene... 
Afrikadaki bebekleri anlat offff çekmeyi bilmeyene... 
Sonsuzluğu anlat sınırları olanlara.... 
Koşmayı anlat yürümeye üşenene... 
Anlamları çoğaltıp boğmayı anlat hayatının anlamının olmadığını düşünene... 
Sevabı anlat günahkara.... 
Sevabın birazda tadını anlat ot gibi yaşayana 
Kelimelerin gücünü anlat susmayı maharet sayana... 
Yada susmanın bazen bilgece göründüğünü anlat boş konuşana... 
Hacivatı anlat karagöze, anlat ki yarım olduğunu anlasın onsuz... 
Ağaca kuşları anlat, kimlere ev sahipliği yaptığını bilsin... 
Güvenmeyi anlat insana, dost aramayı bırakıp birilerine dost olabilsin.... 
Gururun ne kadar yüksek bir tepe olduğunu ve çıktıkça ne kadar alçalacağını anlat... 
Aldatana gerçekte aldattığının kendisi olduğunu anlat, anlatki kendi kendini hançerlediğini fark etsin... 
Gülü hatırlatsın diye dikeni anlat, belkide dikeni hatırlatsın diye gülü ... 
Elbet biryerlerde seni anlayan mutlaka birinin olduğunu anlat, yanlış anlaşıldığını zannedene... 
Zamanın kıymetini anlat hoyrata.. 
Yüreğinin ta içini anlat anlamayana 
Anlat ki seni değil yüreğini tanısın 
Sevdayı anlat yüreği nasır tutmuşa anlat ki geri kalan ömrünü gerçekten yaşasın... 
Umutsuza güneşi anlat, anlat ki her karanlığın sonu bir aydınlığa gebedir bilsin... 
Gözlerle değil yürekle bakmayı anlat gözleri görmeyene, 
Anlat ki gerçek marifet aynada değil aynaya bakanda onu anlasın... 
VE, 
"Susmayı anlat; Konuştuğunda hayır olmayana... 

6 Mayıs 2012 Pazar

Gidersen yikilir bu kent

gidersen yıkılır bu kent, kuşlar da gider 
bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında 
yanlış adresteydik, kimsesizdik belki 
sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar 
biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı 
üşür müydük nar çiçekleri ürperirken 

gidersen kim sular fesleğenleri 
kuşlar nereye sığınır akşam olunca 

sessizliği dinliyorum şimdi ve soluğunu
sustuğun yerde bir şeyler kırılıyor
bekleyiş diyorum caddelere, dalıp gidiyorsun
adını yazıyorum bütün otobüs duraklarına
öpüştüğümüz her yer adınla anılıyor
birde seni ekliyorum susuşlarıma

selamsız saygısız yürüyelim sokakları
belki bizimle ışıklanır bütün varoşlar
geriye mapushaneler kalır, paslı soğuklar
adını bilmediğimiz dostlar kalır yalnız
yüreğimize alırız onları, ısıtırız
gardiyan olamayız kendi ömrümüze her akşam

gidersen kar yağar avuçlarıma
bir ceylan sessizliği olur burada aşklar

fiyakalı ışıklar yanıyor reklam panolarında
durmadan çoğalıyor faili meçhul cinayetler
ve ölü kuşlar satılıyor bütün çiçekçilerde
menekşeler nergisler yerine kuş ölüleri
bir su sesi bir fesleğen kokusu şimdi uzak
yangınları anımsatıyor genç ölülere artık

bulvar kahvelerinde arabesk bir duman
sis ve intihar çöküyor bütün birahanelere
bu kentin künyesi bellidir artık ve susuşun
isyan olur milyon kere, hiç bilmez miyim
sokul yanıma sen, ellerin sımsıcak kalsın
devriyeler basıyor karartılmış evleri yine

gidersen yıkılır bu kent kuşlar da ölür
bir tufan olurum sustuğun her yerde.

4 Mayıs 2012 Cuma

Başka bir şey...

 bir yıldırım
çarpması benim istediğim. okyanusa dökülen nehirin suyunun okyanusa karışması.
göktaşının paris`te yalnız yürüyen adamın başına düşmesi. 
bir güneş tutulması
benim istediğim. bir aşk tutuşması.
bin aşktan kaçarken benin rastladığının sen
olması. sığamadığım şehirlerin hepsinin bana ev olması. tutuşturulan hüzünlerin
lacivert bir gecede bir şarap şişesinde yakılması. başka türlü bir şey benim
istediğim. bu çağda olmaz olası. geceye sığmaz yaşanması. gündüzde hep eksik
kalması. başka, başka bişey. bir yıldırım çarpması. bir yanardağ faciası.
öyle
bir gelmelisinki bana ben lal kalmalıyım. kulaklarım duymamalı bir daha başka
bir sesi. gözlerim görmemeli başka bir yüzü.
deste deste biriktirdiğim
yalnızlığım yanında erimeli. yüzümda bir sarhoş gülümseme gezinmeli. mevsimler
anlamsız, mevsimler şaşkın düşmeli.
aşk, öyle bir çarpsınki beni o ben ben
olmayayım dediğim gecelerin cevabı olmalı. kaçtığım sokaklardan sana sığınmalı.
aşkından harap bitap düşmüş olmalı. seni sevmekten, seni sevmekten başka çıkışım
olmasa...
aşk kapımı öyle bir çalsaki benim o kapım bir daha kapanmasa.
topladığım denizkabukları sahibini bulsa. gecelerde ve yalnız işlediğim o hatlar
bir mana kazansa. mana. manam sana kaysa. senle varolsa bu hayat. ve bir gün
yine seninle yok olsa.
hiçbir taht hiçbir saltanat bana senden başkasını
hatırlatmasa. haremdeki cariyeler azad olsa, sultanlık yıkılsa ben sana
sığınsam. kaçak bir padişah olarak sadece aşkına sığınsam. bana baksan. beni
anlasan. bana baksan. bana baksan.
sen bana baksan o anlar zamanın hükmünden
çıkar. senin gözlerinin değdiği gözlerim öyle bir hal alırki ne bir daha
göreceği şeyler onun için anlamlıdır nede geçmişinde gördükleri. an
hüviyetsizdir artık. an aşka bulanmıştır. an aşkla yıkanmıştır. 
aşkın değdiği
bir şeyin hiç eskisi gibi kaldığını duydunmu sen?
aşkla eriyen dudaklarının
dudaklarıma değmesi nasıl bir ateş yakar bende hiç düşündünmü sen? küresel
ısınma dedikleri yanında anlamsız kalır. buzullar erir. bu dünya bir alev topuna
döner. gece. ve mum ışıkları aydınlatırken odayı. senin aşk kokan bedenin.
cennetin hangi bahçesinden çalınmış bu topraklar. sırtın. sırtındaki o ben.
boynundaki ufak izin. hangi cennet bahçesi kokunu taşır? hangi çiçekte hangi
koku senin kadar anlamlı olur. gece. ve biz ikimiz birer göktaşıyız. uzayın
derinliklerinde birbirimize doğru bilinmez bir hızla seyreden. birazdan
tutuşacağız. ve bu tutuşmadan. ne sen sağ çıkabileceksin. nede ben. 
liman olan
aşka nasıl sığınabilirim? nasıl bir kaptanımki ben bu gemiyi bir türlü kontrol
edememekteyim. soğuklarda güvertede yani bu yapayalnız ruhta bir gömlek bir
ceket gezinmekteyim.
istanbul. aşk eğer sen olsa idin. ve istanbul istanbul
olmasa idi ben onu fetehederdim. adını o şehre verirdim. yüzyıllarca seni
bilsinler ve sana aşık olsunlar diye.
aşk. hangi denizin kıyısındasın sen.
hangi kumsalda duruyor ayak izin.
başka türlü birşey benim istediğim.
bir
kadın bir erkek arasında geçen. ve içinde sadece mana bulunan.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Ekmek şarap sen ve ben





Birde sabahın dördü 
Dışarda kar 
Odamız ılık 
Gözlerin ılık ılık damlarken boş kadehe 
Anlattın bana ağzı sarımsakı kokan bir çocukla yattığını 
Aşkı tattığını, karım dediğini ve aldattığını 
Kıskandım Gogeni Tahitilim 
Terlemiş vücudunu silerken 
Cüzzam mikrobunu ve yaktığı kulübesini
Saçların bağlamıştı ellerimi muz kokulum
Güneşi doğurmuştu ölü cisim
Martı çığlıklarıyla bir sahil kayalığında
Nefesin vücudumu yakıyordu yer yer
Sam yelim Sahra-i kebirim
Kahrettim her şeye o gün
Babanın çarap çanağına, Gogen'e, kadere, sana, bana birde gittiğin arabanın tekerine
Ne diyordum arkadaş....
Diyordum ki ben bu zıkkımı içmek için içerim
Ama içerken düşünmem neden içiyorum diye
Daha sonra yaparım hayatın felsefesini
Sırayla olurum Fatih, Selim, Kanuni
Bazen kadın hamamında tellak....
Bazen Cristof Kolomb
Napolyon'ken düşünürüm elbede geçen günleri
Timur'ken Beyazıt'ı yenişimi....
Bir kere Aristo'nun hocası olmuştum
Ona verdiğim dersle gurur duymuştum
Bazen Jan Dark'ı kurtarmak için çalışan bir kahraman
Bazen odunun ateşleyen bir cellat olurum
Eğer daha da içersem
Shaskespare halt etmiş derim karşımda
Salyalı dudaklarımdan yayık sesimi dinlerim de
İşte Mozart'ın aradığı melodi bu diye gülerim
Enayiymiş be Platon...
Bir içsinde görsün....Ne felsefesi varmış bu hayatın
Anlasın geçmişi kınalı dünyanın kaç bucak olduğunu
Islak kaldırımlarda yürürken acırım
Önde yalpa vuran sarhoşun zavallı haline
Ukalalık işte derim neme lazım senin
Kendine bak; sende bir serserin bir sarhoş....
Ve yavaş yavaş kaybolur acı kahkalarım
Şehrin hizbe sokaklarında
Yavaş yavaş kaybolur benliğim.

 

1 Mayıs 2012 Salı

Zıtların çekimi


İnsan, hayvan, nebat, cemat her şey, birbirine aşıktır. Bir adam bir şeyi sevdi de muradı o oldu. Başka bir şey dilemez bir hale geldi mi o muradı olan sevgilide muratsız hale gelen aşıkına aşıktır. Muratsız hale gelen aşıklar bir murat etrafında döner, dolaşır yalnız sevgililerini dilerler ama muratları maksatları olan sevgililerde onları kendilerine çekip dururlar.


Fakat aşıkların meyil ve muhabbetleri aşıkları zayıf bir hale getirir. Maşukların meyil ve muhabbeti ise onları güzelleştirir parlak bir hale sokar. Sevgililerin aşkı onların yanaklarını parlatır. Aşıkların aşkı aşıkların canlarını yandırır. Kehlibar niyazdan müstağni davranan bir aşıktır....

Mevlana 

23 Nisan 2012 Pazartesi

Gözlerin gökyüzünde bir dolunay.....


                                   Foto Demet Toros

Diyelim 

ki sessiz gecede poyraz… 

Sis çökmüş o heybetli dağlara; 
yurdun 
da kar altında, gözlerin gök- 
yüzünde bir dolunay. 

Diyelim ki sınamışsın uzaklığın ihanetini.
Seslere çarpmış sesin,
ama ulaşmamış hiçbir yere nefesin…

Diyelim ki şarabın dökülmüş, suların kesik,
bu hayat seni bir oyuncak sanıyor.

Diyelim ki sana çıldırmak yasak, sana ağlamak
yasak, yarın yasak, düş yasak.
Diyelim ki üşüyorsun kısacık bir ömrün sığınağında;
bir çay bile ısmarlamıyor hayat!

Diyelim ki lekesiz hiçbir şey kalmamış artık;
sis çökmüş güvendiğin dağlara...

Kederli bir süvari ol,
Orda, sen orda!
Bıkma atını mahmuzlamaktan,
bıkma bu puştlar panayırında
berrak nehirler aramaktan…

Yaslı bir kışa rehin düşse de günler,
kalbindeki tomurcuğu bahara büyüt;
o tomurcuk düşlerinin yağmuruyla ıslansın.

Çünkü her insan bir limandır başucunda tekneler;
çünkü herkesin hüznü kocaman, aşkları dalgın…
Kimi kanıyor şahdamarından,
kimi bozgununda yetim dervişan,
kimi aşklarıyla, düşleriyle perişan…

Yamalı yerlerinden kanıyor hayat,
tutunduğun günlerinden soluyor hayat.
Bu yüzden salıver düşlerini kendi uğruna yansın,
salıver düşlerini ateşlere abansın!

Tutunduğun günlerinden solarken hayat,
bıkma atını mahmuzlamaktan;
bıkma sendeki insan için,
derin uçurumlar arşınlamaktan...

Yaslı bir kışa rehin düşse de günler,
bir gün rüzgâr esecektir suların serinliğinden;
bir gün kırlangıçlar geçecektir göğün genişliğinden.

Yaslı bir kışa rehin düşse de günler,
kalbindeki tomurcuğu bahara büyüt,
o tomurcuk düşlerinin yağmuruyla ıslansın;
çünkü senin de bir ütopyan varsa,
i n s a n s ı n…

Yılmaz Odabaşı

Bağlanmayacaksın...........


                   foto Demet Toros


Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne. 
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin. 
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü. 


Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki. 

Çok sevmeyeceksin mesela. 
O daha az severse kırılırsın. 
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin o'nu sevdiğinden... 
Çok sevmezsen, çok acımazsın. 
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem. 
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini... 

Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin. 

Senin değillermiş gibi davranacaksın. 
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın. 
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın. 

Çok eşyan olmayacak mesela evinde. 

Paldır küldür yürüyebileceksin. 
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin. 
Gökyüzünü sahipleneceksin, 
Güneşi, ayı, yıldızları... 
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin. 

Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin... 

Mesela gökkuşağı senin olacak. 
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın. 
Mesela turuncuya ya da pembeye 
Ya da cennete ait olacaksın. 
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın. 
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, 
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat. 

İlişik yaşayacaksın.
Ucundan tutarak...



Can Yücel

13 Nisan 2012 Cuma

Çiçek olmalı........


Şimdi bir çiçek olmalı 
Kuraklaşmış bedenim üstüne, kök açmalı 
Rengi sarı olmalı, 
Açtıkca, 
Ruhuma güneşin sıcaklığını yaymalı, 
Isıtmalı, 


Şimdi bir çiçek olmalı 
Bitkin düşmüş bedenimi sarmalı 
Rengi mavi olmalı 
Açtıkca, 
Ruhumda dalgalanmalı, köpükler sarmalı, her yanımı 
Meltem olmalı hafif meşrep, 
Ruhum denizde dalga martılar arkadaşım olmalı 
Şımartmalı, 


Ruhum, ruhum yalnız kalmamalı 
Şimdi bir çiçek olmalı 
Rengi kırmızı olmalı 
Her anımda yanım da bana can olmalı, 
her yanımdan aşk akmalı, eli ellerim de 
Bedenime can olmalı 


Şimdi bir çiçek olmalı 
Yalnızlığım bedenime, 
kır bahçelerinin renkleri ile saklanmalı 
Rengi yeşil olmalı 
Gönül bahçemde yeşile, buğday sarısı, göz kırpmalı 
Ve biz bu bahçe de senin ile 
aynı agacın dalın da çiçek açmalıyız.....

 Orhan Eren Uncu

31 Mart 2012 Cumartesi

Sesiz sinema.....




Yordu bütün yıl bizi işler
ve ilişkiler: Buraya ondan geldik.
Korkmuştuk korkularımızdan,
coskularımızdan bıkmıştık,
ne yavaşlıyor ne de hızlanıyordu
çarklar, kimseye rastlamıyorduk,
kendimize bile: Buraya ondan
gelmiştik.


Bulduk aradığımız yeni oyuncuları,
öğrendik ve öğrettik basit ve karmaşık
kuralları, neden böyle oldu pek
anlayamadık: Kağıtlar ve zarlar,
pullar ve kibrit çöpleri atıldı
tek tek bir köşeye: Bir gençlik
oyunuydu, benimsedik birden.


Kamera kontrol, döndü makaralar
geceden geceye: Rolden role girdik
gördüğümuz, görmediğimiz filmlerle;
güldük beceriksiz bir anlatıma, usta
bir kavrayışı içtenlikle alkışladık,
mimikler ve jestler arasında başka
durumlara ve kişilere öykündük:
Buraya ondan gelmiştik.


Kimbilir kim hatırladı piyanoyu
içimizden: Bıkmıştık sinemadaki
sessizlikten. Biraz buruk, çokca
esrik, kendimizden koparak yattık
sonra o gece. Buraya ondan mı
gelmiştik: Uyandık erkenden,
yeniden seslendirdiğimiz filimde:
Yabancıydık şimdi giyindiğimiz
kişiye, tıpkı gelmeden önce.

Enis Batur

27 Mart 2012 Salı

Türkiye Cumhuriyetinin bir Atatürk’çü kadını.....

Yaşlı kadın yatağından kalktı. Sabah ezanının insan ruhuna huzur veren sesi oda içinde yankılanıyordu. 88 yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle pencereye doğru yöneldi. Pencereyi açması ile birlikte odaya ezan sesi ile birlikte baharın güzel kokusu ve kuş cıvıltıları doluştu. Penceresinden gözüken Kurtuluş Parkına bakarak yaşlı ciğerlerine sabahın ılık esintisi ile doldurdu. Abdestini aldı, sabah namazını kıldı. Mutfağa yöneldi. Çayla birlikte bir iki lokma bir şeyler atıştırdı. Oturma odasına yöneldi. Eski bir fiskos masasının yanındaki koltuğuna ilişti. Masanın üstü çerçeveler ile doluydu. Bir tanesine uzandı, camının üzerinde titreyen parmaklarını dolaştırdı. Çerçevenin içindeki fotoğrafta İstiklal madalyalı kara yağız bir adamla, makyajsız olmasına rağmen güzelliği göz alan bir kadın birbirlerine bakarak gülümsüyorlardı. Yaşlı kadın "Günaydın Anne, Günaydın Baba" dedi. Usulca yerine koyduğu çerçeveye bir bakış daha attıktan sonra başka bir çerçeveyi eline aldı. Bu siyah beyaz fotoğrafta da subay üniformalı bir adamla bir gelin yan yana duruyorlardı. Yaşlı kadın çerçeveyi titreyen dudaklarla öptü. "Günaydın Kocacığım" dedi. Kadın bu çerçeveyi de bıraktıktan sonra üçüncü ve son çerçeveye uzandı. Artık gözlerinden yaş damlıyordu. Fotoğraftaki biri erkek diğeri kız çocuklara bakıp "Günaydın Evlatlarım" dedi. Tüm çerçevelere kısaca göz atıp "Sizleri, hepinizi çok özledim" dedi.
Gözlerinde biriken yaşları sildi. Artık ağlamak için bile yaşlı hissediyordu kendini. Ağır ağır doğrulduğu koltuğundan eski telefonuna doğru yöneldi. Ağır ağır numaraları çevirdi. Karşısına çıkan adama "Bir taksi istiyorum" dedi ve adresi verdi. Kapısını kilitleyip, apartman merdivenlerine yöneldi. Yıllarca çekmediği zorluk kalmamıştı ama şimdi bu merdivenler hayatının en büyük engeli olmuştu. Ağır ve dikkatli bir biçimde iniyordu. Sabırsızlanan taksi şoförünün çaldığı korna sokağı inletiyordu. "Patlama be adam" dedi. Nihayet taksiye binebildi. "Teyze hoş geldin" dedi 25-30 yaşlarındaki şoför. "Nereye gidiyoruz?" Kadın kısa bir sessizliğin sonunda "Tüm bir gün beni taşırmısın?" diye sordu. "Sana 500 lira veririm." Adam küçümser bir gülümseme ile, "Mal sahibi benden her gün 500 lira istiyor teyze" dedi.
Kadın gülümsedi
"O zaman sana 650 lira vereceğim ne dersin?"
"Kurtarmaz ama senin güzel hatırını kırmayayım. İlk önce nereye gideceğiz?"
"Anıtkabir’e"
"Anıtkabir’e mi?
"Evet"
"Tamam teyzeciğim"
"Yaş kaç teyzeciğim?"
"Seksen sekiz"
"Maşallah Allah uzun ömür versin teyzeciğim"
"Allah sağlıklı mutlu ömür versin oğlum"
"Haklısın teyzecim"
Taksi Anıtkabir’in kapısına gelmişti. Şoför "Teyzeciğim geldik" dedi. Dalgın görünen kadın "Evladım burada yardımına ihtiyacım var" dedi. "Benimle gel" Adam şaşırmıştı. "Tabii teyze" dedi. Kuşkulu gözlerle "Bizi buraya alırlar mı?" diye sordu.
O ana kadar dalgın ve yorgun görünen kadın, bir anda irkildi. Gözlerinden ateş fışkırarak "Ne demek almamak? Sen daha önce hiç gelmedin mi buraya?" dedi
"Hayır"
"Kaç yıldır Ankara’da yaşıyorsun?"
"Ben Ankaralıyım teyze. Doğma büyüme"
"Ee o zaman"
"Ne bileyim bir kez okulla gelmiştik bayramda. Bayram olmayınca burası kapalı sanıyordum ben"
Kadın sinirli bir şekilde kafa salladı.
Şoför utanmıştı. Mozoleye çıkan mermer merdivenlere kadar konuşmadılar. Merdivenlere geldiklerinde Şoför kuşkulu bir şekilde
"Nasıl çıkacaksın Teyze?" diye sordu.
"Her ay nasıl çıkıyorsam öyle"
"Her ay geliyormusun?"
"Evet"
Uzun bir uğraşla merdivenleri çıktılar. Mozoleye doğru ağır ağır ilerlediler. İçerisi çok serindi. Şoför büyük bir azimle yürümeye çalışan kadının koluna girmişti. Kadının nefes alışları sıklaşmıştı. Nihayet mozolenin önüne geldiler. Kadın şoförün kolundan ani bir hareketle kurtuldu. Çantasını açtı. Tek bir karanfil çıkardı. Mozoleye doğru ilerledi. Çiçeği mozoleye koydu. Şoför şaşkınlıkla olayı seyrederken kadının ağzından şu sözlerin döküldüğünü fark etti. "Hayatım boyunca sana verdiğim sözü tutmak için çalıştım" Ağır ağır geriye çekilen kadın ellerini açıp Fatiha okumaya başladı. Şoför kısa bir şaşkınlığın ardından ona katıldı. Kadın bir anlık suskunluktan sonra "Hadi gidelim" dedi.
Geldiklerinden çok daha ağır bir şekilde arabaya döndüler. Şoför kadının durumundan endişelenmeye başlamıştı. "Yoruldun mu Teyze" dedi.
Kadın sustu. Bir süre suskunluktan sonra "Evet hem de çok yoruldum" diye cevapladı.
"Nereye gidiyoruz?"
"Bankaya"
Şoför arabasındaki kadının herhangi biri olmadığını anlamıştı. Bu yaşlı kadının Atatürk’e verdiği söz ne olabilirdi? En sonunda dayanamadı.
"Teyzeciğim bir şey sorabilirmiyim?"
"Sor bakalım evladım"
"Anıtkabir’de Atatürk’e bir söz verdiğinizi söylemiştiniz. O söz nedir?"
"Uzun hikaye evladım"
"Olsun be teyze anlat ne olur"
"Ben lisedeyken bizim okulumuza gelmişti Atatürk. Beni de ona çiçek vermek için seçmişlerdi. Çiçeği verdiğimde bana ismimi sordu. Bende "Adalet" dedim. Bunun üzerine "Ne güzel ismin varmış" dedi. "Okulu bitirince ne olacaksın" dedi bana. Hemşire dedim. Oda "Güzel meslek ama bence sen Hakim ol ismine çok yakışır" dedi. Ben kadından hakim olmaz ki dedim. Kaşlarını çattı, "Sen istedikten sonra olur. Senden söz istiyorum hakim olacaksın" dedi ."
"Sen ne dedin peki?"
"Mustafa Kemal emretmiş ne denir? Söz verdim."
"Peki olabildin mi Adalet Teyze?"
"Evet ben Cumhuriyetin ilk kadın hakimlerindenim."
"Vay be. Sende ne hikaye varmış Adalet Teyze"
"Herkesin bir hikayesi vardır evladım. Herkesin hikayesi de kendine göre değerlidir. Eğer insanların hikayelerini bilip anlayabilirsen insanlara daha anlayışlı davranabilirsin"
"Haklısın Adalet Teyze. Bu bankamı gelmek istediğin"
"Evet"
"Yardım edeyim mi? Bende geleyim mi?"
"Hayır. Sen burada bekle lütfen.Bu arada adın neydi evladım"
"Osman teyzeciğim"
"Tamam Osman. Beni 45 dakika kadar sonra buradan al olur mu?"
"Tamam teyzeciğim"
Adalet hanım bankadan içeri girdi. Osman öğlen saatinin geldiğini fark edip yemeğe gitti. Yemek boyunca Adalet hanımı düşündü. "Kim bilir neler yaşamış, neler görmüştür" diye düşündü. Tam vaktinde bankanın önündeydi. Adalet hanım 15 dakikalık gecikme ile geldi.
"Hoş geldin Hakim Teyze"
"Çok uzun zamandır bana Hakim denmemişti."
"Hoşuna gitmediyse söylemeyeyim?"
"Yok aksine hoşuma gitti. Sağol"
"Nereye gidiyoruz?"
"Seyranbağlarına"
"Tabii"
"Hakim Teyze çok yer gezmişsindir sen"
"Tüm Anadolu’yu karış karış gezdik rahmetli kocamla"
"Ne iş yapardı amca?"
"Subaydı."
"Ne zaman vefat etti?"
"1952′de"
"Çok olmuş.Gençmiş"
"Kore savaşında şehit oldu."
"Allah rahmet eylesin Hakim teyze"
’ Sağol’
"Seyranbağları’na geldik nereye gideceğiz?"
"Sağa sap. İkinci binanın önünde dur."
"Tamam.Buyur Hakim Teyze.Geleyim mi ben"
"Yok bekle burada"
Osman beklemeye başladı. Bir ara merak etti. Binanın uzaktan görünen levhasına baktı. "Seyranbağları Kız Yetiştirme Yurdu" yazısını okudu. Anlam veremedi. "Bu kadın burada ne yapar ki?" diye düşündü.
Yarım saat sonra Adalet hanım göründü. Yanında orta yaşlı kibar bir hanım vardı. Adalet hanımı arabaya ağır ağır bindirdi. Kadın "Adalet Hanım size ne kadar teşekkür etsek azdır. Her zaman yanımızdasınız. Kızlarda sizi çok seviyor. Ne olur arayı çok uzatmayın. Yine gelin" dedi.
Adalet hanım, buğulu gözlerle "İnşallah. Kızlara selamımı söyleyin. Bende onları çok seviyorum. Onlara iyi bakın" dedi.

Araba hareket etti.
"Nereye Hakim Teyze?"
"Hemen iki sokak öteye"
Osman iki sokak ötede bu sefer başka bir binanın önüne park etti. Bu binada da "Ankara Seyranbağları Huzurevi" yazıyordu.
"Bekle beni"
"Tabii Hakim Teyze"
Yine 1 saate yakın bir bekleyişin sonunda bu sefer etrafında bir çok yaşlı kadın ve adamla çıkageldi Adalet Hanım. Sarılıp öpüştükten sonra oradan ayrıldılar. Osman dikiz aynasından Adalet Hanım’ın gözlerinden akan yaşları fark etti.
"İyi misin Hakim Teyze"
"İyiyim Osman. Eski dostları görünce insan bir hoş oluyor"
"Nereye gidiyoruz?"
"Cebeci Asri Mezarlığına"
"Tamam"
"Teyze nerelisin sen?"
"Aydın Sökeliyim. Babam orada pamuk ekerdi. Annem ev hanımıydı. Sonra Kurtuluş Savaşı oldu. Babam savaşa gitti. Söke işgal oldu. Biz dağlara kaçtık annemle. Saklandık dağ köylerinde. Savaş bitince Söke’ye döndük. Allah’a Şükür Babam’da sağ salim döndü savaştan."
"Sonra ne oldu?"
"Liseye Aydın’a gönderdi babam. Orada Atatürk’le karşılaştım. Sözümü tutmak için İstanbul’a gittim. Hukuk fakültesine girdim. Orada rahmetli eşimle karşılaştım. O Harbiye’de okuyordu o zaman. Mezun olunca evlendik.."
"Çocuğunuz var mı?"
"Bir kızım bir oğlum vardı."
"Neredeler şimdi?"
"Oğlum dışişlerinde çalışıyordu."
"Ne güzel"
"1978′de Fransa’da Ermeniler öldürdüler."
"Üzüldüm Hakim Teyze. Başın sağ olsun.. O da babası gibi şehit oldu yani"
"Evet. Şehit babanın şehit oğlu. Allah kimseye evlat acısı vermesin."
"Amin. Ya kızın?"
"O eşi ve çocukları ile İzmit’te yaşıyordu. Öğretmendi. 1999′da depremde hepsi vefat ettiler."
"Allah rahmet eylesin.Boş boğazlığımla üzdüm seni Hakim Teyze kusura bakma"
"Sanki sormasan aklımdan çıkıyorlar mı evladım.Sen üzülme sağol"
"Geldik Teyze"
"Tamam evladım. Al işte paran artık gidebilirsin."
"Hakim teyze buradan nasıl döneceksin? Ben seni bekleyeyim eve bırakayım."
"Yok beni alacaklar buradan"
"Hakim Teyze bu para fazla. Kusura bakma ben sana yalan söyledim. Taksinin sahibi benden 350 lira bekliyor. Affet beni. 350 ’yi ona veririm. Gerisi kalsın. Bende para istemem. Bugün senden aldığım hayat dersinin parasal karşılığı yok zaten."
"Çocukların var mı?"
"İki tane ellerinden öperler." Taksinin güneşliğinden çocuklarının resimlerini çıkarıp gösterdi.
"Adları nedir?"
"Kemal ve Ayşe"
"Oğlumun adı da Kemaldi."
Sessizliğin ardından Osman’ın elindeki parayı ittirdi Adalet Hanım..
"Onlara bir şeyler al benim için. Onları okut. Ama yalansız, dolansız, çok çalışarak helal lokma ile büyüt ve okut. Atatürk’ün bana yaptığı gibi içlerindeki gücü fark etmelerini sağla. Bir de vatanını, milletini sevmelerini öğütle onlara."
Osman Adalet Hanımın ellerine sarılıp öptü. Ona iyi evlatlar yetiştireceğine söz verdi. Adalet hanım mezarlığın kapısından ağır ağır içeri girerken; Osman yaşlı gözlerle onu izliyordu. Hayatının en büyük dersini kendisi küçücük, yüreği yaşadığı acılara rağmen kocaman ve güçlü bu yaşlı kadından almıştı. Osman arabasını mal sahibine götürmeye karar verdi. Bu gün daha fazla çalışamazdı.
Ertesi gün Ankara’da garip bir yağmur yağıyordu. Sanki gök delinmişti. Osman taksiyi mal sahibinden almış, durağa gelmişti. Çay ocağının yanında duran gazeteyi aldı. İlk sayfadaki haberlere göz gezdirdi.. Siyaset doluydu gazete. Hiç anlamazdı. Sıkılıp adli olayların yer aldığı üçüncü sayfayı açtı. Taksiciler arkadaşları ile ilgili kötü haberleri genellikle oradan alırlardı. Göz gezdirirken bir haber dikkatini çekti.
"Dün gece geç saatlerde Cebeci Asri mezarlığında bulunan cesedin Cumhuriyet tarihinin ilk Kadın Hakimlerinden Adalet YILMAZ’a ait olduğu belirlendi. Adalet YILMAZ’ın bulunduğu yerdeki mezarların eşine ve oğluna ait olduğu belirlendi. YILMAZ vefat ettiği gün bankadaki tüm parasını çektiği, bu parayı ikiye bölerek Seyranbağları’ndaki bir kız yetiştirme yurdu ile bir huzurevine bağışladığı belirlendi. Polis, Adalet YILMAZ’ın mezarlığa ölmek için gittiğini düşünüyor."
Osman bir anda sarsıldı. Gözyaşlarına engel olamıyordu. Taksici arkadaşları hiçbir şey anlamadılar. Bir daha da hiç anlatmadı Osman bu yaşadıklarını. Herkesin tek bildiği Osman’ın bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında "Gökler bile sana ağlıyor...

Nur içinde yatın Sayın Büyüğüm Adalet Yılmaz



(Adalet hanımefendinin sadece bir iki fotoğrafını bulabildim ve onları paylaşmak istemedim yukarıdaki fotoğrafın Adalet hanımefendi ile hiçbir ilgisi yoktur..) 

26 Mart 2012 Pazartesi

Özlediğim kadar sensin. Sevdiğim kadar bensin

Kadavradan ibaret bir gövde,
İmlası bozuk bir cümle..
Bir de aramızdaki büyüyen özlem..

Biliyorum gelmeyeceksin...
Ne sen olabileceğim gözlerinin dibinde..
Ne ben olabileceksin yüreğimin terinde..
Ama...
Bir cümle olduk biz..
Anlatım bozukluğuna meyal verdik ise de,
Sevgiye dair alıntılanmış,
En anlamlı söz olduk biz..
Bizden doğma mutluluğu var ettik
Sevda sağnağında...
Bizden olma bir fincan umudu tazeledik
Hayat çaydanlığında...


Ey kirpiklerinden sağdığım gökkuşağı yedi rengi,

Hüzünbaz hüzünleri unut..Ayak diblerine kök salmış siyah’ı da ..Koş yeni demlenmiş yürek demime..Sokul ve mevzilen gözlerinde kuruttuğum kirpiklerime..Şarkılar sustu biliyorum..Söz sırası bizde..Mutluluğumuzdan alıntı birkaç çift umudumuz var dudaklarımıza ördüğümüz..Erişmese de ellerimiz ellerimize, bir yolumuz var özleminde yürüdüğümüz..Sana kaç gel demiyorum..Biliyorum hakkım değil bu..Bırak kanlı bir savaşın içinde geçsin ömrümüz..Çilekeş bir sonbahar yaprağına özensin gözlerimiz..Aynı tende, aynı gölgede yürümese de mavi düşlerimiz, aynı sevdanın ıslak cümlelerinde büyüsün adımız..İlintilensin kokun Cennnetle, bize aidatlansın ayrılık...Ne fark eder ki..Ben sendeyim...Sen bende...Bükülse de cümlelerimiz , sökülse de alfabemiz biz bir cümleyiz..Sen ve ben...İki harf bir cümleden ibaret mutluluk...


Mutluluğuma umudumu bağışlayan,

Biliyorum özlem kör topal zamanlarında ilerliyoruz..Sen benden uzakta, ben senden ırakta yürümekteyiz..Dışı düşsüzlüğe gebe kalmış bir sabahın koynunda boyun bükmekteyiz..Bazen gözlerimiz nemlenmekte, bazen de özlem aramıza perdelenmekte..Ama bırakmak yok sevgili..Mutluluk umuda gark olmuşsa, artık dönüş yok bu yoldan..Ölüm ölümümüzü öldürmeden gitmek yok sevgili..Bırak ellerinden içmeyeyim bir bardak suyu..Bırak gözlerinde sabahlamasın yüreğim..Uzaklarda bana ait bir cümle ol yeter..Koynumda sonbaharları kurban edemesen de bırak yanımda hep umut ol yarınlara...

Sığlığıma / içimdeki yalnızlığa bir dirhem hayatı aşılayan,

Sus.Dikenli telleri dudaklarına getirip kanatma yaralarını..Kavuşmamanın ızdırabına kanıp içme hüznün şerbetini..Bak kör bir yüreğe sevgiyi öğretiyorsun..Büyüyor içimde ölen bir çocuk..Yarım değil cümlelerim..Mutluluk fiilinden umut deryası cümleler kuruyorum mavilere..Rüzgarı omuzlarıma alıp bulutlara yeni göç yolları buluyorum..Biliyorum her yol sana...Biliyorum her söz sana..Evet zor yaşadıklarımız..Zifiri bir karanlık ilerlediğimiz, bir ölüm kalım savaşı göğsümüzden sildiğimiz..


Bırak aramızdaki özleme bakıp durma..
Kefenle gözlerindeki ıslaklığı..
Gün vuslat zamanı..
Gün bizi bizde yaşatma anı..

Doldur gözlerine kız cocuğu hayallerini..
Yürü bana doğru harf harf..
Yürü bana doğru dua dua..
Bir de gelirken bana,
Bİr avuç maviyi çok görme sakın..

Unutma;
Özlediğim kadar Sen’sin..
Sevdiğim kadar Ben’sin..

“ Seni özlemin en güzel yanı;
Seninle her gün yeniden doğmak mavilere..
Hep nefes al emi..
Seninle hayatlansın bu hayatım....“

İsmail Sarıgene 

Aşka gel aşka...........


                 Foto ; Demettoros     
Ben seni kocaman bi yürekle sevdim. Gözlerim değil, yüreğimdi seni gören. Sen damarlarımdaki kana karışıp, geldin oturdun zaten. Sen, benim en değerli yerimde, yüreğimdi olmalıydın, orada kalmalıydın.
 Çok aşka ev sahipliği yapan bu yürek, ilk kez bu kadar kolay kabullendi seni. Herhangi bir konuk değildin artık. Bu yüzden ne ağırlama faslı vardı, ne de uğurlama. O yüreğin gerçek sahibiydin.
 Şimdi sonbahar, kışa giriyoruz ya... Ben dört mevsim baharı yaşadım seninle. Çiçek çiçek açtın yüreğimde. Gökkuşağı zayıf kaldı, senin renklerin karşısında. Taze bir yaparak gibi yeşildin. Açelyaydın pembeliğinle. Üzerine çiğ taneleri düşmüş sarı güldün. Kırmızıydın bir ateş gibi. Ve maviydin... En çok bu renkle anmayı sevdim seni. Denize tutkundum, denizi sensiz, seni denizsiz düşünemedim.
 Seni severken dünyayı da sevdim ben, insanları da... Kendime bile dar gelirken, içinde herkese yer olan bir hayatın sahibiydim artık. En kızgın, en tahammülsüz olduğum anlarda bile, seni düşünmek yetti bana. İçimdeki sevinç yüzüme yansıdı, güldüm. Beni böylesine güldüren senin sevgindi ve ben kaygısız, içten gülüşün ne demek olduğunu, nasıl güzel bir şey olduğunu anladım seninle.
 Her şeye rağmen sevdim seni. Güçlüydüm ve aşamayacağım hiçbir zorluk yoktu. Koca bir kente, koca bir ülkeye kafa tutabilirdim. Sen elimden tuttuğunda, patlama hazır bir volkan gibi hissederdim kendimi. Menzil sendin ve ben o menzile ulaşmak için önüme çıkan her şeyi yok edebilirdim. Sana ulaşmamı engelleyecek her şeyi eritirdim, kül ederdim. Sana ulaştığımdaysa sakin bir göle dönüşürdüm. Ve o göle bir tek sen girebilirdin.
 Sevdim ve hayrandım da... Her halin çekti beni. Duruşunu, uyumanı, gülmeni, kızmanı, şaşkınlığını, saflığını, kurnazlığını, çocukluğunu, olgunluğunu sevdim. Sesini de sevdim suskunluğunu da. Küçük oyunlarını, kaprislerini, sitemlerini, korkularını sevdim. Seni ve o doyumsuz sevdanı, uçarı sevdanı anlatacak kelime bulamadım çoğu zaman. Sığmadın cümlelere ve hiçbir cümle seni yeterince tarif edecek kadar derin olmadı.
 Seni severken yorumlamadım. Çünkü sen yaşam kaynağıydın. Her gün yenilendim. Seninle çoğaldım, büyüdüm. Eksik kalan neyim varsa tamamladın. Ölmeyecektim çünkü sen ölmezliğin ta kendisiydin.

Sevdim işte ötesi yok...


 Mehmet Coşkundeniz

24 Mart 2012 Cumartesi

Ateş böcekleri.....................


Hayallerim, 
anlı ışık lekecikleri, 
Karanlıkta gözkırpıştıran 
Ateş böcekleridir. 


O dikkati çekmeyen, 
Sesleri, yol kıyısı hercailerinin 
Mırıldanır bu gelişigüzel çizgilerde. 


Zihnin uykulu karanlık mağaraları içinde, 
Rüyalar 
Günün kervanından dökülen parçalarla, 
Yuvalarını yaparlar. 


Bahar, geleceğin meyveleri için değil 
Fakat bir anın kaprisi için 
Çiçeklerin petallerini saçar. 


Neş'e kımıltısız yerin zincirinden kurtulmuş 
Sayısız yapraklara doğru 
Koşar ve dans eder 
Bir gün için havada. 


Hiçbir önem taşımayan kelimelerim 
Zamanın dalgaları üstünde hafifçe dans edebilirler, 
Mana ile ağırlaştıkları zaman dibe çökerler. 


Zihnin derinliklerinde güveler 
İnce kanatlarını büyütürler; 
Ve veda ederek uçuşurlar, 
Gün batımı göğünde. 


Kelebek ayları değil, fakat an'ları sayar 
ve yeter zamana sahiptir. 


Benim düşüncelerim, kıvılcımlar gibi, kanatlanmış 
Sürprizler üzerinde giderler, 
Tek bir gülüş taşıyarak. 
Agaç sevgi ile bakar kendi güzel gölgesine 
Buna rağmen onu hiçbir vakit kucaklıyamaz. 


İzin ver, güneş ışığı gibi, aşkım seni sarsın 
Ve yine de aydınlık özgürlügü versin sana. 


Renklendirilmiş kabarcıklardır günler, 
Dipsiz gecenin yüzüne çıkan, 


Hatırlamanı istemek için armağanlarım çok küçüktür; 
Ve bunun için 
Onları sen hatırlamalısın. 


Çıkart, at ismimi armağandan; 
Bir yük olacaksa, 
Ancak şarkım kalsın. 


Nisan, bir çocuk gibi, 
Çiçeklerle tozlar üzerine hiyogralifler yazıyor. 
Onları siliyor ve unutuyor. 


Hatıra, rahibe, hali öldürüyor, 
Ve onun kalbini ölü geçmişin türbesine sunuyor. 


Mabedin kasvetli heybetinden 
Çocuklar tozda oynamak için dışarı koşuyorlar, 
Tanrı onların oyununu seyre dalıyor, 
Ve rahibi unutuyor. 


Zihnim, düşüncelerinin akışında 
Birdenbire yanan bir ışık gibi çalışmaya başlar, 
Asla tekrarlanmıyan akıcı notasıyle bir küçük ırmak gibi. 


Dağda, sessizlik kendi yüksekliğini bulmak için 
kabarmaktadır, 
Gölde, hareket kendi derinliğini tahayyül etmek için 
hareketsizleşir. 


Veda eden gecenin 
Sabahın kapalı gözlerine kondurduğu öpücük 
Şafak yıldızında parlıyor. 


Ey bakire, senin güzelliğin bir meyve gibidir, 
Henüz olgunlasmamış ve açılmamış bir sırla dopdolu. 


Onun anısını yitiren acı 
Kuş seslerinden uzak, 
Fakat yalnız ağustosböceğinin ıslığının duyulduğu sessiz karanlık saatler gibidir. 


Gerilik onun öldüren bir pençe ile gerçeği elinde güvenle 
tutmaya çalışır. 
Zayıf bir lambayı canlandırmayı arzulayarak uzun gece 
bütün yıldızlarını ışıklandırır. 


Hernekadar O 
Dünyayı 
-Gelini- 
Kollarında tutuyorsa da, 
Gök, 
Sonsuzluğa kadar 
Uzaktadır. 


Tanrı, dostlar arar ve sevgi diler, 
Şeytan, eserler arar ve itaat ister. 


Toprak hizmetine karşılık 
Ağacı kendisine bağlar, 
Gök ise hiçbir şey istemez 
Ve onu özgür kılar. 


Çocuk, tarihin tozu ile aydınlanmış 
Yaşı bilinmiyen zamanın gizliliği içersinde 
Edebi olarak oturmaktadır. 


Uzakta olan O, 
sabahleyin bana geldi, 
Işık tarafından alınıp götürüldüğünde daha da yakınlaştı. 


Beyaz ve pembe zakkumlar buluştular 
Ve, ayrı lehçelerde neş'e ile eğlendiler. 


Sessizlik 
Kendi kirlerini 
Süpürüp yürüyünce 
Fırtına olur.


Rabindranath Tagore